5 Ağustos 2016 Cuma

SEMTİN ÇILGIN ÇOCUĞU

    “Baba,” diye söze girdi Kâmil, “Ben de seninle geleyim mi?”
    “Olmaz, oğlum,” diye yanıtladı babası, “Israr etme artık, sikeceğim tahtanı.”
    Kâmil’in babası, İsmet, mahalledeki Posta Güvercinlerini Sevenler Derneği’nin hatırı sayılır bir müdavimiydi. Kamil’in ısrarının sebebi, babasıyla derneğe gitmek istemesiydi, fakat İsmet’ten yine izin çıkmamıştı.
    Kâmil, annesinin derneği küçümsemesinden hiç hoşlanmıyordu. “Baban gidiyor da ne oluyor? Sanki bir faydası var…” diyen annesinin öyle mühim bir gizemin arayışından uzakta olduğunu düşünüyordu ki ona acıyordu. “Allah o derneğin belasını versin… Kuş dövüştürmekten başka bir halt ettikleri yok, fakire-fukaraya yardım ettikleri yok. Habire kuş dövüştürüyorlar,” sözlerini ise hiç dikkate  almadı. İsmet, karısıyla yeni bir kavgaya girişmek istemediğinden, kahvaltıyı sonlandırıp pijamasını çıkardı ve günlük kıyafetlerine girdi. “Ben çıkıyorum, Sevim. Haydi, Allah’a emanet…” dedi karısına. Sevim cevap vermedi. İsmet de cevap beklemeden çıkmıştı zaten.
    “İsmi Posta Güvercinlerini Sevenler Derneği olan bir kuruluşu kuş dövüştürmekle suçlamak, ancak ve ancak iftiracılıktır, yalancılıktır, bozgunculuktur,” dedi Kâmil, kavanozdan çikolata kazımaya çalışırken.
    “Hassiktir, babasının boku,” diye cevap verdi annesi Sevim, vişne reçelini ekmeğe iyice yedirme uğraşındayken. İyi kadındı Sevim. Mahallenin en az gülen, ama çok güldüren kadınıydı. “Bir insanın ya aklı vardır, ya çocuğu” sözüyle hayatındaki en büyük pişmanlığı özetlerdi hep.

    Kahvaltıdan sonra sokağa çıktı Kâmil. Apartmanın arka tarafındaki avluya yürüdü. Aradığı kişiler, çocuk parkının yanında oturuyorlardı. Onlara yanaştı, hiç konuşmadan yanlarına oturdu. Derdi olan bir adam gibi görünerek, “Selâmün aleyküm,” dedi. “Aleyküm selam,” diyerek karşılık verdi diğerleri. Aralarındaki en yaşlı ve tecrübeli olan on iki yaşındaki Mertcan lafa girdi: “Ne oldu, lan, Kâmil?”
    “Hiç…”
    “Söylesene, lan, merak ettik.”
    “Benim peder beni yine yanına almadı.”
    Futbol oynamaya karar verdiler. Genellikle verdikleri kararlar hep bu yönde olurdu zaten. Belirli çizgileri olmasa bile bir şekilde ceza sahası olduğunu söyledikleri bölgede topa elle müdahale eden Hamdi, kalecinin değiştiğini ve kendisinin kaleci olduğunu iddia etmesiyle bir söz dalaşına sebep oldu. “El var, ulan!” dedi Kâmil, “Kaleci sen değildin! Eline top değince mi kaleci oldun? El var işte! Penaltı bizim…”
    Kalecinin Hamdi olduğu kabul edildi. “Tamam, ağlamayın, tamam,” diyerek meseleyi haklı ve güçlü kapatmaya çalışan Kâmil’i pek umursamadılar. Adalet yoktu. Hiçbir yerde yoktu. Maçtan sonra deri dükkânlarından birinin önündeki merdivenlere yerleştiler. Kâmil ayaktaydı. Tek başına ve dimdik. Ve dokuz yaşında.
    “Auuu! Merve geliyor!” dedi Sıtkı. Tüm ekip, bakışlarını sokağı geçmekte olan Merve’ye taktı. Kâmil bazen bakışlarını kaçırıyordu, çok istekli görünmek tarzına uygun değildi. Dernek meselesi hariç.
    Merve apartmana girip görünmez olunca, çocuklar bir tartışmaya girdi: “Babası inanmıyormuş, biliyor musunuz?” dedi Hamdi. Diğerlerini kızdan uzaklaştırmak istiyordu ve her aşağılık insan gibi, manipülasyonda dini kullanıyordu. Sekiz yaşında ve şeytanî.
    “Neye inanmıyormuş, lan?” diye bir soru geldi Berke’den.
    “Allah’a inanmıyormuş. Annem söyledi.”
    “Nereden duymuş?”
    “‘Hoş geldin’ ziyaretine gitmiş annem, evde gâvur kitapları görmüş.”
    “Nasıl kitaplarmış onlar?” diye sordu Mertcan.
    “Bilmiyorum…” diye yanıtladı Hamdi, “Adam zaten üniversitede Fizik hocasıymış. ‘Onlarda olur öyle,’ dedi annem.”
    “Dinsizin kızı da dinsiz olur.”
    “Bize gelmez.”
    “Gelmesin zaten.”
    “Ama çok güzel kız,” diyerek sohbete katıldı Muharrem.
    “O kadar da güzel değil, abartmayın,” dedi Kâmil.
    “Hastir lan!” diyerek güldü Mertcan, “Kız sana bir kez gülse, Allah’ını unutursun, enayi.”
    Kâmil birkaç adım öne çıktı ve sırayla, çocukların her birinin yüzüne baktı, parmak uçlarını aşağıya çevirdi, avuç içlerini arkadaşlarına yöneltti ve seslendi: “Semaya kalkan şu iki elim asla inmez!”
    Beklediği tepkiyi alamayınca, hiç konuşmayarak az önceki yerine geçti. Belki yeterince etkili bir cümle kuramamıştı. Bunun üzerine epey düşündü. Sonra, arkadaşlarının yeterince zeki olmadığına karar verdi ve vardığı bu sonuç onu rahatlattı.
    Akşam yemeğine yetişebilmek için koşarak eve gitti. Annesi kapıyı açtı ve koşarak mutfağa döndü. Kâmil, ağzının kurumasından anlamıştı ki yine soğan doğranıyordu. Yakınlarında soğan doğranınca ağzının kuruduğunu fark etmesi, büyük bir bilimsel keşif gibi gelmişti ona.
   
    Ertesi güne uyandıktan sonra Kâmil’i evde gören olmadı. Ev ahalisi onun nerede olduğunu biliyordu. Kasımpaşa’nın futbol maçı vardı ve Kâmil her maç öncesi yaptığı gibi, kapüşonunu kafasına geçirip ‘Eye Of The Tiger’ şarkısının melodisini mırıldanarak koşu yapmaya çıkmıştı. Takımda yer alacağı günü heyecanla bekliyordu. Şimdiden azimle çalışıyor ve takıma faydalı bir kişi yetiştiriyordu. Maçı izlemeden önce böyle hâllere girmesine anlam veremeyen arkadaşlarının ona hayran olacağı zamanın da geleceğine emindi.
    Kâmil yol üzerinde Recep’e rastladı. “Nasılsın Recep?” dedi, koşuya devam ederken. Recep bir kediye eziyet ediyordu. “DÜNYAYI YÖNETECEĞİM! HA-HA-HA! YENİ DÜNYA’NIN BAŞKANI BEN OLACAĞIM!” diye bağırdı Recep. Kâmil onu umursamadan koşmaya devam etti. Recep’in zekâsında veya ona benzer bir şeyinde gerilik olduğunu biliyordu. “Allah onu da öyle yaratmış… Ne yapsın gariban?” diye geçirdi aklından. Muharrem’in bağırdığını duyana kadar, koşmayı sürdürdü. Arkasına döndü ve Muharrem’i ona doğru koşarken gördü.
    “Ne var, lan?” diye sordu.
    “Kâmil… Birader… Kız gitmiş…” diye konuşmaya çalıştı Muharrem, ama attığı depar yüzünden nefes almakta zorluk çekiyordu.
    “Ha? Ne?”
    “Merve… Gitmiş.”
    “Nereye gitmiş?”
    “Taşınmışlar.”
    Cevap vermedi Kâmil. Yürüyerek geri döndü ve o günkü maçı izlemedi. Akşamleyin semtin dar sokaklarından birinde hayatının ilk sigarasını içti. “Oğlun artık masum değil, anne,” dedi kendi kendine.


Kahraman Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder