“Baba,” diye söze girdi Kâmil, “Ben
de seninle geleyim mi?”
“Olmaz, oğlum,” diye yanıtladı
babası, “Israr etme artık, sikeceğim tahtanı.”
Kâmil’in babası, İsmet, mahalledeki
Posta Güvercinlerini Sevenler Derneği’nin hatırı sayılır bir müdavimiydi.
Kamil’in ısrarının sebebi, babasıyla derneğe gitmek istemesiydi, fakat
İsmet’ten yine izin çıkmamıştı.
Kâmil, annesinin derneği
küçümsemesinden hiç hoşlanmıyordu. “Baban gidiyor da ne oluyor? Sanki bir
faydası var…” diyen annesinin öyle mühim bir gizemin arayışından uzakta
olduğunu düşünüyordu ki ona acıyordu. “Allah o derneğin belasını versin… Kuş
dövüştürmekten başka bir halt ettikleri yok, fakire-fukaraya yardım ettikleri
yok. Habire kuş dövüştürüyorlar,” sözlerini ise hiç dikkate almadı. İsmet, karısıyla yeni bir kavgaya
girişmek istemediğinden, kahvaltıyı sonlandırıp pijamasını çıkardı ve günlük
kıyafetlerine girdi. “Ben çıkıyorum, Sevim. Haydi, Allah’a emanet…” dedi
karısına. Sevim cevap vermedi. İsmet de cevap beklemeden çıkmıştı zaten.
“İsmi Posta Güvercinlerini Sevenler
Derneği olan bir kuruluşu kuş dövüştürmekle suçlamak, ancak ve ancak
iftiracılıktır, yalancılıktır, bozgunculuktur,” dedi Kâmil, kavanozdan çikolata
kazımaya çalışırken.
“Hassiktir, babasının boku,” diye
cevap verdi annesi Sevim, vişne reçelini ekmeğe iyice yedirme uğraşındayken.
İyi kadındı Sevim. Mahallenin en az gülen, ama çok güldüren kadınıydı. “Bir
insanın ya aklı vardır, ya çocuğu” sözüyle hayatındaki en büyük pişmanlığı
özetlerdi hep.
Kahvaltıdan sonra sokağa çıktı Kâmil.
Apartmanın arka tarafındaki avluya yürüdü. Aradığı kişiler, çocuk parkının
yanında oturuyorlardı. Onlara yanaştı, hiç konuşmadan yanlarına oturdu. Derdi
olan bir adam gibi görünerek, “Selâmün aleyküm,” dedi. “Aleyküm selam,” diyerek
karşılık verdi diğerleri. Aralarındaki en yaşlı ve tecrübeli olan on iki
yaşındaki Mertcan lafa girdi: “Ne oldu, lan, Kâmil?”
“Hiç…”
“Söylesene, lan, merak ettik.”
“Benim peder beni yine yanına
almadı.”
Futbol oynamaya karar verdiler.
Genellikle verdikleri kararlar hep bu yönde olurdu zaten. Belirli çizgileri
olmasa bile bir şekilde ceza sahası olduğunu söyledikleri bölgede topa elle
müdahale eden Hamdi, kalecinin değiştiğini ve kendisinin kaleci olduğunu iddia
etmesiyle bir söz dalaşına sebep oldu. “El var, ulan!” dedi Kâmil, “Kaleci sen
değildin! Eline top değince mi kaleci oldun? El var işte! Penaltı bizim…”
Kalecinin Hamdi olduğu kabul edildi.
“Tamam, ağlamayın, tamam,” diyerek meseleyi haklı ve güçlü kapatmaya çalışan
Kâmil’i pek umursamadılar. Adalet yoktu. Hiçbir yerde yoktu. Maçtan sonra deri
dükkânlarından birinin önündeki merdivenlere yerleştiler. Kâmil ayaktaydı. Tek
başına ve dimdik. Ve dokuz yaşında.
“Auuu! Merve geliyor!” dedi Sıtkı.
Tüm ekip, bakışlarını sokağı geçmekte olan Merve’ye taktı. Kâmil bazen
bakışlarını kaçırıyordu, çok istekli görünmek tarzına uygun değildi. Dernek
meselesi hariç.
Merve apartmana girip görünmez
olunca, çocuklar bir tartışmaya girdi: “Babası inanmıyormuş, biliyor musunuz?”
dedi Hamdi. Diğerlerini kızdan uzaklaştırmak istiyordu ve her aşağılık insan
gibi, manipülasyonda dini kullanıyordu. Sekiz yaşında ve şeytanî.
“Neye inanmıyormuş, lan?” diye bir
soru geldi Berke’den.
“Allah’a inanmıyormuş. Annem
söyledi.”
“Nereden duymuş?”
“‘Hoş geldin’ ziyaretine gitmiş
annem, evde gâvur kitapları görmüş.”
“Nasıl kitaplarmış onlar?” diye sordu
Mertcan.
“Bilmiyorum…” diye yanıtladı Hamdi,
“Adam zaten üniversitede Fizik hocasıymış. ‘Onlarda olur öyle,’ dedi annem.”
“Dinsizin kızı da dinsiz olur.”
“Bize gelmez.”
“Gelmesin zaten.”
“Ama çok güzel kız,” diyerek sohbete
katıldı Muharrem.
“O kadar da güzel değil, abartmayın,”
dedi Kâmil.
“Hastir lan!” diyerek güldü Mertcan,
“Kız sana bir kez gülse, Allah’ını unutursun, enayi.”
Kâmil birkaç adım öne çıktı ve
sırayla, çocukların her birinin yüzüne baktı, parmak uçlarını aşağıya çevirdi,
avuç içlerini arkadaşlarına yöneltti ve seslendi: “Semaya kalkan şu iki elim
asla inmez!”
Beklediği tepkiyi alamayınca, hiç
konuşmayarak az önceki yerine geçti. Belki yeterince etkili bir cümle kuramamıştı.
Bunun üzerine epey düşündü. Sonra, arkadaşlarının yeterince zeki olmadığına
karar verdi ve vardığı bu sonuç onu rahatlattı.
Akşam yemeğine yetişebilmek için
koşarak eve gitti. Annesi kapıyı açtı ve koşarak mutfağa döndü. Kâmil, ağzının
kurumasından anlamıştı ki yine soğan doğranıyordu. Yakınlarında soğan
doğranınca ağzının kuruduğunu fark etmesi, büyük bir bilimsel keşif gibi
gelmişti ona.
Ertesi güne uyandıktan sonra Kâmil’i
evde gören olmadı. Ev ahalisi onun nerede olduğunu biliyordu. Kasımpaşa’nın
futbol maçı vardı ve Kâmil her maç öncesi yaptığı gibi, kapüşonunu kafasına
geçirip ‘Eye Of The Tiger’ şarkısının melodisini mırıldanarak koşu yapmaya
çıkmıştı. Takımda yer alacağı günü heyecanla bekliyordu. Şimdiden azimle
çalışıyor ve takıma faydalı bir kişi yetiştiriyordu. Maçı izlemeden önce böyle
hâllere girmesine anlam veremeyen arkadaşlarının ona hayran olacağı zamanın da
geleceğine emindi.
Kâmil yol üzerinde Recep’e rastladı.
“Nasılsın Recep?” dedi, koşuya devam ederken. Recep bir kediye eziyet ediyordu.
“DÜNYAYI YÖNETECEĞİM! HA-HA-HA! YENİ DÜNYA’NIN BAŞKANI BEN OLACAĞIM!” diye
bağırdı Recep. Kâmil onu umursamadan koşmaya devam etti. Recep’in zekâsında
veya ona benzer bir şeyinde gerilik olduğunu biliyordu. “Allah onu da öyle yaratmış…
Ne yapsın gariban?” diye geçirdi aklından. Muharrem’in bağırdığını duyana
kadar, koşmayı sürdürdü. Arkasına döndü ve Muharrem’i ona doğru koşarken gördü.
“Ne var, lan?” diye sordu.
“Kâmil… Birader… Kız gitmiş…” diye
konuşmaya çalıştı Muharrem, ama attığı depar yüzünden nefes almakta zorluk
çekiyordu.
“Ha? Ne?”
“Merve… Gitmiş.”
“Nereye gitmiş?”
“Taşınmışlar.”
Cevap vermedi Kâmil. Yürüyerek geri
döndü ve o günkü maçı izlemedi. Akşamleyin semtin dar sokaklarından birinde
hayatının ilk sigarasını içti. “Oğlun artık masum değil, anne,” dedi kendi
kendine.
Kahraman Deniz